23 Mayıs 2008 Cuma


YÖREMİZDEN BİR MASAL:

KANGALLARIN TANIKLIĞI

Gülnar ve Aydıncık yöresinde kangal adıyla da bilinen kenger, 20-50 cm yükseklikte, uzun yaprakları girintili çıkıntılı, dikenli, sütlü ve otsu bir bitkidir. Belirli bir rakımdan sonra özellikle de yaylalarda, ekin ve nohut tarlalarında, taşlık arazide yetişir. Baharda kökü sökülür, soyulup yenir. Bu taze köke de soğalak ya da soğuluk denir. Kenger kökünden ayrıca sakız da elde edilir. Meyveleri kavrulur, ezilerek toz haline getirilir ve kahve yapılır.

Poyraz, yazın kuruyan kengeri önce söker, yerde yuvarlar sonra da alıp havaya savurur. Taşeli yöresinde yaşayıp da toz bulutları arasında uçuşan kangalları görmeyen sanırım yoktur.

Yöremizde kangalla ilgili bir de masal anlatılır:

Yeni evli bir çift, ekin dererken yorulur ve bir ağaç dibine dinlenmeye çekilir. Bu arada esen güçlü bir yel, katar önüne bir iki kangalı. Adam, toz bulutları arasında sağa sola uçuşan kengerleri görünce, basar kahkahayı. İşte o zaman dile gelir kangalların tanıklığı:

Yıllar önce, aynı köyden biri evli diğeri bekar iki kişi, iş umuduyla, yorganları sırtlarında, azıkları ellerinde, tutarlar kentin yolunu. Önce inşaat işçiliği yaparlar sonra da çeşitli yerlerde çalışırlar. Evli olanı az yer, çok çalışır ve para biriktirme çabası içindedir. Diğeri ise, kazandığını sokak kadınlarıyla yer içer. Tüm kışı zor koşullarda kentte geçirirler.

Yaz ortası köye dönmeye karar verirler. Yolda ıssız bir yere gelince, bekar köylü, arkadaşının parasına diker gözünü ve çeker bıçağını yürür üstüne. Tam o sırada, birkaç kangal uçuşmaya başlar. “ Beni öldürürsen, kangallar şahit olur,” diyen yoldaşını bıçaklayıp öldürür, parasını da alıp cebine koyar.

Köye varınca, arkadaşının nerede olduğunu ve niçin gelmediğini soranlara da, şehre vardıktan bir süre sonra yollarının ayrıldığını ve onu bir daha görmediğini söyler. Günler, haftalar, aylar geçer. Ölen adamın karısı huzursuzdur ama yapacak bir şey de gelmez elinden. Bekler durur çaresiz kocasının yolunu.

Köye parayla dönen adam, verimli bir tarla satın alır. Ayrıca cebinde parası da vardır artık. Mal alıp satmaya başlar. Parasına para katar; belini doğrultur. Aradan birkaç yıl daha geçer. Kocasından umudunu kesen kadın da döner babasının evine.

Köyün yeni zengini, kadını istetir. Nikahlanıp evlenirler. Mutlu bir yaşamın eşiğindedirler. Tarlalarını ekip dikerler. Yaz gelince, ekin dermeye giderler.

Bir gün, kızıl güneşin altında orak sallamaktan yorulurlar. Bir ağacın gölgesinde dinlenirlerken, havalanan kangalları gören adam güler ve “ Hani kangallar şahit olacaktı?” der. Karısı neden güldüğünü ve bu sözün ne anlama geldiğini sorunca da, anlatır olup biteni.

Gün batınca, evlerine dönerler. Yemekten sonra adam kahveye, karısı ise eski kayınının evine gider. Anlatır ona kocasından duyduklarını.

O akşam iki el tabanca sesi yankılanır köy kahvesinde...

AYÇEV

22 Mayıs 2008 Perşembe

TARİHİN DERİNLİKLERİNDE KALAN BAZI OYUNLARIMIZ 1

UZUNEŞEK

Oyuncular, yatacaklar ve atlayacaklar olarak iki gruba ayrılır. Bir kişi de duvara ya da ağaca sırtını verir. Yatacak olanlardan ilki, başını ayakta duranın karnına dayayarak eğilir. Diğer gruptan ilk kişi atlar ve biner. Binen kişi bazı kurallara uymak zorundadır, örneğin ayaklarını eşeğin karnına bağlayamaz, yere değdiremez ayrıca eşeğin üzerinde ileri geri hareket de edemez. Sırası gelen eşek yani yatacak kişi, önündekinin bacakları arasına kafasını sokar, ayaklarından da tutar. İkinci kişi atlayıp biner. Oyun sırasında eşeklerden biri yatıverirse, atlama yeniden başlar. Eğer gruptakilerin tümü başarılı bir şekilde eşeğe binerse, atlayanlar yeniden atlamaya başlar. Oyunculardan biri atlayamazsa, bu kez de yatanlar atlayıcı olur.
Oyunda bolca itişme kakışma yaşanır. Örneğin en baştaki eşek, kafasını ayakta duranın karnı yerine biraz daha aşağıya dayarsa, ilk itişme o zaman başlar. Yatan kişi muziplik yapar başını arkadaşının bacakları arasına soktuğunda onu, sağına soluna değdirerek tedirgin ederse, öndeki kıpırdayıverir ve atar yükünü, bir itişme kakışma daha başlar. O zaman şaka kaldıramayanlar arasında kavga bile çıkar.

SINIR TAŞI

Köyde büyükler arasında, özellikle kışın oynanan bir oyun. Köyodasında toplananlar arasından, muhtar, aza, bekçi, birbirinden şikayetçi iki tarla sahibi seçilir. İki kişi de “Sınır taşı” olacaktır. Kimse bu rolü üstlenmek istemez. Ya oyunu bilmeyenler ya da köye gelen misafirler “Sınır taşı” yapılır. O da bulunmazsa iki gönüllü rolü kabullenir.

“Sınır taşı” olan kişilerin önce iki eli boynunun arkasından sonra da çömeltilerek iki ayağı bileklerinden bağlanır. Oyunculardan biri adamları yuvarlayıverir. Bu durumda istedikleri kadar uğraşsınlar, ayağa kalkamazlar.

Şikayetçi taraf, sınır taşının komşusu tarafından kaktırıldığını söyler ve “Taş burada değil şuadaydı” diyerek ayağıyla yerdeki adamları iteler. Diğer taraf, “ Hayır, doğru değil, taş şuradaydı,” diyerek bir de o iteler. Devreye bekçi girer, “ Ben biliyorum, taş şuradaydı” der bir de o yuvarlar taşları. Muhtar soruna çözüm bulma bahanesiyle, “ Susun; taş bundan böyle burada duracak” diyerek yerdeki adamı kaldırdığı gibi ortaya atıverir.

Sınır taşı olmayı kabul eden zavallı, böylece her taraftan tekme sille yer.

AYÇEV

TARİHİN DERİNLİKLERİNDE KALAN BAZI OYUNLARIMIZ




GINCIRDAK

Ormandan 4 ile 5 metre uzunluğunda genç bir çam kesilir ve dalları budanır. Birkaç delikanlı onu omuzlarında taşıyarak aygıtın kurulacağı düzlüğe getirir. Bir metre yükseklikte, baldır kalınlığında bir çam daha kesilip aynı yere getirilir. Dikme görevini üstlenecek bu torunun ucu, kalem açar gibi ama küt olarak yontulur. Diğer çam, kök kısmından yaklaşık 1,50 cm uzaklıktan dikmenin ucunun girebileceği kadar, çok derin olmayacak şekilde yarıya kadar delinir. Delik açma sırasında kalasın sağ ve solunun inceltilmemesine özen gösterilir. Bu delik bazen yakılarak bazen de kazınarak düzeltilir. Kalın tarafa bineceklerin düşmemesi için, bu kısım biraz yontulup düzlenir hatta binen kişinin tutunacağı bir düzenek bile yapılır. Zübedek adı verilen dikmenin ucu, açılan delikte rahatça dönüyorsa, aygıt tamamlanmıştır. Zübedek, oyun alanının ortasına kazılan bir çukura, kenarına iri taşlar koyarak, toprak atılarak, çiğnenerek, sağlamca dikilir. Mertek, deliği zübedeğin ucuna denk getirilerek dikmeye oturtulur. Bir süre döndürülür. Hızla dönen kalas, zübedekten düşmezse, gıncırdak kurulmuş olur.

Zübedeğin ucuna tespih çalısı çekirdeğinin yağı sürülür, üzerine de bir kömür parçası konduktan sonra kalas yerleştirilir. Ağaçların sürtünmesinden gacur gucur sesler çıkar. Bu gıcırdamadan dolayı aygıta gıncırdak denmiştir.

Gıncırdağa genellikle geceleyin binilir. Aygıtın kurulu olduğu alana kocaman bir ateş yakılır. Bu ateşin şavkında, kalın tarafa bir kişi eşeğe biner gibi, uç tarafına bir iki kişi karın üstü biner. Arkadaki kişi, ayağıyla kalası döndürmeye çalışır ya da onu bir başkası döndürür. Hızlanınca, dönmeye yardımcı olan kişi oyun alanından kaçıp kurtulur.

Binenler döner dururlar. Eğer zübedeğe sürülen yağ ve konan kömür yeterliyse, gıncırdaktan çıkan ses, yüzlerce metre uzaktan duyulur.

Bazen kalın tarafa binen kişi, ayaklarıyla fren yaparak durdurur gıncırdağı. Uç taraftaki, havada askıda kalır. Diğeri iki ayağını yere basar ve başlar kalasın üstüne oturup kalkmaya. Zıplatır karşısındakini. Zavallı titrer durur ve “İndir, n’olursun, indir” diye yalvarır durur.
ARA KESTİ

Ortada bir ebe taş bulunur. İki gruptan biri kaçar, diğeri kovalar. Kaçanların amacı hem yakalanmamak hem de ebe taşa dokunmak. Kovalayanların amacı ise yakalamak ve rakibinin taşa dokunmasını engellemek. Kaçan oyuncu ebe taşa dokunursa, kovalayan oyundan çıkar. Kovalama sırasında kaçan oyuncu, ebe taş ile yakalamaya çalışanın arasından geçerse, bir başka deyişle ikisinin arasını keserse, kovalayan yine kaybetmiş sayılır ve oyundan çıkar.

Oyunun en zevkli zamanı, bir kaçan bir de kovalayan kalınca olur. Biri kaçar biri kovalar. Saatlerce sürer bu kovalamaca.

AYÇEV

YÖRE BİTKİLERİNDEN : MURT (Myrtus communis)


Murt, sazak ya da mersin olarak bilinen bu bitki, kışın yapraklarını dökmeyen, 1 ile 3 metreye kadar boylanabilen maki görünümünde bir ağaççıktır. Yaprakları bir dal üzerinde karşılıklı dizilmiş olup kısa saplı, koyu yeşil, 2 ile 3 cm uzunlukta, oval, kenarları düz, ucu sivri, sert, tüysüz ve oldukça hoş kokuludur. Yaz ortasından sonbahara kadar beyaz, 5 parçalı, 2 cm çapında çiçek açar. Murt kasım ayından itibaren yarım ile bir santim çapında, beyaz üzerinde morumsu siyah lekeler bulunan, bol çekirdekli kekremsi, hemen bozulmayan birkaç gün bekleyebilen meyveler verir. Bu meyveler nezleye gelir. Ayrıca ishali keser. Mide ağrılarını da giderir.

Murt yaprakları hoşafa hoş koku vermesi için kullanılır. Sıcak suda biraz bekletildikten sonra çay olarak da içilir. Yapraklarından saç boyamada da yararlanılır. Ayrıca bunlarından elde edilen esansı, parfümeri sanayinde kullanılır. Murt dalları, cenaze suyuna konur, teneşir tahtasına serilir ve mezar üstlerine örtülür. Ayrıca sahne ve kürsü süslemede, sepet örmede kullanılır.

Murt ağacının mitolojik bir de öyküsü vardır: Kuruluş mitolojisine göre Kelenderis (Aydıncık), Suriye'den Kilikya'ya gelen Fenikeli Sandokos tarafından kurulmuştur. Sandokos’un oğlu Kinyras ise adamlarıyla Kelenderis’ten Kıbrıs’a geçerek orada Baf kentini kurar ve Kıbrıs’a kral olur.

Kral Kinyras'ın, Myrrha adında, güzelliği dillere destan bir kızı vardır. Kral, kızının Aphrodite'ten daha güzel olduğunu söyler. Aşk ve güzellik tanrıçası, kralın kızını kıskanır ve onu babasına aşık eder. Myrrha da, dadısının aracılığı ile fark ettirmeden geceleri babasının yatağına girer. Kral birkaç kez birlikte olduğu kadının kızı olduğunu fark edince Myrrha korkudan sarayı terk ederek ormana sığınır. Bilmeyerek girdiği bu ensest ilişkiden utanç duyan kral da, kızını öldürmeye karar verir ve peşine düşer. Myrrha kurtulmak için tanrılara yalvarır. Zeus, kıza acır ve onu Toroslar’a fırlatır ve orada da bir mersin ağacına dönüştürür. Bir süre sonra bu ağacın kabuğundan Adonis dünyaya gelir.

AYÇEV

ANIT AĞAÇLAR


Aydıncık İlçesi Duruhan Köyü Bucak Mahallesi’nde, yöre halkı tarafından “ikiz katran” olarak adlandırılan devasa, iki adet anıt ağaç bulunmakta. Tarihin derinliklerinde köklenmiş, doğa ve insana karşın yüzyıllardır ayakta kalabilmiş iki ulu ağaç.

Ağaçların bilimsel adı, çok dallı servidir. Latincesi, “Cupressus sempervirens.” Bazı yazarlar, “cupressus” sözcüğünün Cyprus yani Kıbrıs’tan geldiğini söyleyerek ağacın kökenini açıklamaya çalışırken, kimileri de Apollon’un servi ağacına dönüştürdüğü, sevgilisi, yakışıklı, uzun boylu delikanlı Cyparissus’tan kaynaklandığını ileri sürmekteler. “Sempervirens”, Latincede “her daim yeşil” ( semper, her daim; virens, yeşil) demektir.

Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü Dergisi’nde (10-2, 2006- 197-201) yayımlanan bir yazısında R. Özçelik şöyle diyor: “ Ülkemizde bugüne kadar birçok anıt ağaç ve meşcerenin (Meşcere: Ağaç türü, yaş, gelişme çağı ve kapalılık bakımından çevresinden farklılık gösteren en az bir hektar büyüklüğündeki bir orman alanını, 02 Şubat 2006 Tarihli Resmi Gazete, Sayı: 26068, Çevre ve Orman Bakanlığından: Orman Yetiştirme Materyallerinin Ticareti Yönetmeliği, (1999/105/Ec) tespiti yapılmıştır. Bu çalışmada, Mersin ili Aydıncık İlçesindeki; çap, boy, yaş, tepe çapı ( somut özellikler) ve Mistik özellikleri ( soyut özellikler) nedeniyle anıt ağaç niteliği taşıyan iki adet Dallı Servi (Cupressus sempervirens L. var. horizontalis (Mill.) Gord.) tanıtılmıştır. Bu iki ağaç, şimdiye kadar anıt ağaç olarak tescili yapılmış en uzun boylu servi bireyleridir. Bu nedenle; doğal, kültürel ve estetik değere sahip bu doğal varlıkların korunması gerekmektedir.”

R. Özçelik’in verdiği bilgilere göre ölçüm 15/09/2004 tarihinde yapılmış; ağaçlardan biri 585 yaşında, boyu 33,5 m, çapı ise 127 cm; diğerinin yaşı 605, boyu 32,5 m, çapı da 152 cm.

R. Özçelik, yazısının sonuna doğru şöyle demektedir. “Yöre halkı tarafından ‘İkiz katran’ olarak isimlendirilen Dallı servilerin ülkemizde kayıt altına alınan ağaçlar arasında en uzun boylu anıt servi ağaçları oldukları tahmin edilmektedir. Bugüne kadar özel bir koruma faaliyetine konu olmayan bu anıt ağaçların ileriki yıllarda kesilmesini önlemek için mutlaka koruma altına alınması gerekmektedir. Nitekim bu faaliyetler zamanında yapılmadığı için bu iki anıt servi ağacının hemen yanında bulunan ve muhtemelen anıt ağaç olduğu tahmin edilen diğer bir servi ağacı kesilmiş ve cami inşaatında kullanılmış. Kalan bu iki ağacın başına da aynı hazin sonucun gelmeyeceğini kim garanti edebilir?”

İki servinin arasında, az aşağıda dereye yakın yerde kesilen bir başkasının yere gömülü, kurumuş, kocaman kütüğü yas tutuyor. Yaklaşık 60 yıl öncesine kadar üç taneymiş bu ağaçlar. En düzgününü, en yaşlısını kesmişler caminin onarımında kullanılmak üzere. Görüştüğümüz bazı kişiler, “ Zor biçildi. Sadece tomruğu 20 metre vardı. İkiye taklatıldı; tahta yapıldı, mertek yapıldı. Üstü toprak olan caminin onarılmasında kullanıldı” dediler.
AYÇEV

21 Mayıs 2008 Çarşamba

DÖRTAYAK ANITMEZARI


İri yarı dört ayağı olduğu için, halk tarafından « Dörtayak » diye adlandırılan anıtmezar üç bölümden oluşmaktadır: 1- batı ve güney taraftaki duvarları toprak üstünde, diğer tarafları ise tamamen yer altında kalan bir mezar odası; 2- dört adet fil ayağı üzerinde dört yanı kemerli bir başka oda; 3- piramit biçimli bir çatı.

Anıtmezar, Kaptan Beaufort'un CHELİNDREH (eski Kelenderis) limanı haritasında CENOTAPH yani bir kişi anısına yaptırılan ancak söz konusu kişinin içinde gömülü olmadığı boş mezar olarak işaretlenmiştir.

Tarihin derinliklerinden günümüze sağlam biçimde ulaşan, 8 metre yüksekliğindeki ve MS. 2. yüzyılda yapıldığı sanılan bu tarihî anıtın, mezar odası henüz açılmadığı için, önemli bir kişi anısına yaptırılan ancak kendisinin içinde gömülü olmadığı bir boş mezar mı yoksa gerçek bir anıtmezar mı olduğu bilinmiyor.

Dörtayak Anıtmezarı hakkında elimize geçen en eski resim, 1851 yılında Museum of Antiquities’de yayımlanan bir gravürdür. Günümüzdeki Çakmakoğlu Caddesi ile Dörtayak Sokak’ın kesiştiği noktadan bakılarak yapılan bu gravürde ön planda Dörtayak arka planda ise Kilikya limanı vardır.

Düzgün kesme taşlarla ve harç kullanılmadan yapılmış olan anıtın çatısından düşen bir taşın kenet yuvası bir Gilindireli tarafından genişletilmiş ve her düğünde pişirilen yöresel yemek Keşkek'in ana malzemesi olan buğdayı dövmek için dibek olarak kullanılmaktadır.

DÖRTAYAK ANITMEZARI HAKKINDA YAZILANLAR

“Antik kentin merkezinde, kıyıda, kocaman yontma taşlardan yapılmış, içerisine dört ana yöne bakan dört kapıdan girilen bir yapı yükselmektedir” (Vital Cuinet, La Turquie d’Asie, Tome 2, Paris, Ernest Leroux, Editeur, 28, Rue Bonaparte, 28; 1891)

“Kentin merkezinde, her biri dört ana yöne bakan ve içerisine bu dört kapıdan da girilebilen bir anıt vardır. Kocaman yontma taşlardan yapılmış olup konik bir biçimde yükselmektedir. En üst kısmı ise çok güzel bir kornişle süslüdür…” (Victor Langlois, Voyage dans la Cilicie, Paris,1861, chez Benjamin Duprat)

“Gilindire’nin orta yerinde, yol kenarında bir Roma eseri daha vardır. Dört kubbe üzerine bir pantantif kubbeden meydana gelen eserin hüviyeti her ne kadar kesin olarak bilinemiyorsa da bunun önemli bir kişinin mezarı olduğu söylenebilir” ( M.Hadi Altay; Adım-Adım Çukurova; Adana 1965)

“Yerli halk tarafından dört ayak olarak bilinen M.S.II. yüz yıla tarihlenen mezar anıtı piramidal çatı formuyla hem Demircili Öterkale’nin hem de Uzuncaburç mezar geleneğini devam ettirirler. Düzgün kesme taşlarla bir podyum üzerinde dört adet fil ayağı üzerindeki piramidal çatı ile kapatılmıştır. Bu mezar 4 adette kemerli kapı görünümlü açıklıkla hareketlendirilmiş. Asıl mezar odası alt kattaki kripta kısmında olmalıdır. Çünkü dört ayağın açık kısmında herhangi bir gömüt izi yoktur” ( Şinasi Başal; Antik Silifke ve Çevresi; mersin 1993)


Dörtayak hakkında halk arasında şöyle bir de rivayet vardır:

Kentin krallarından birinin çok güzel bir kızı varmış. Yakışıklı iki delikanlı prensesi görüp sevdalanmış. İkisi birden kızı babasından istetmiş. İki namzet arasından seçimini yapamayan baba, «Sizlere birer iş vereceğim. Kim işini önce bitirirse, kızımı ona vereceğim» demiş:
- Sen, Köşk'ten Gilindire'ye kanal yapıp su getireceksin.
-Sen, kent merkezinde her biri dört ana yöne bakan ve içerisine bu dört kapıdan da girilebilen, kocaman yontma taşlardan bir anıt yapacaksın.
Gençler işe girişmiş. Birinci delikanlı, dağları delmiş, taşları kesmiş, kanallar yapmış suyu getirmeye çalışmış. Öteki kocaman kocaman taşları yontmuş, başlamış yapıya. Son taşı koyup işi bitirmek üzereyken, birincinin suyu getirdiğini işitmiş. Yaptığı anıt üzerine yıkılmış adeta. Kızı kaybettiği için çok üzülen delikanlı kendini denize atarak intihar etmiş. Mimari isteyen kız da aynı yerde denize atlamış ve boğulup ölmüş.
AYCEVDER

KELENDERİS MOZAİĞİ


Aydıncık'ın geçmişi hakkında bizlere en iyi bilgileri aktaran ve görülmeye değer en önemli yer Han Yıkığı diye anılan kazı alanında, 1992 yılında 12 m uzunlukta, 3,20 m genişlikte bir zemin mozaiği bulunmuştur. Mozaik üzerindeki görüntünün 3x3 metrelik panosunda MS. 5. yüzyıldaki Kelenderis'in kent manzarası ile içerisinde iki yelkenlinin bulunduğu limanı betimlenmiştir.
Üzerine bir korunak yapılmış olup ziyarete açılmıştır.
Aycevder

Gilindire Mağarası


1999 yılında çobanlar tarafından Gemi Durağı mevkiinde bulundu. MTA raporuna göre, giriş ağzı deniz yüzeyinden 46 m yukarıda bulunan, toplam uzunluğu 555 m olan dünyanın belki de sekizinci harikası sayılabilecek bu mağaranın içi, her türden damlataş oluşumları (sarkıt, dikit, sütun, duvar ve perde damlataşları, akma taşlar, mağara iğnesi) ile kaplıdır. Dev boyutlara ulaşan ve görünümleri son derece güzel olan bu damlataşlar, genişliği yer yer 100, tavan yüksekliği 18 metreye ulaşan ana galeriyi çok sayıda salon ve odaya ayırmıştır.

Mağaranın sonunda, genişliği 18-30, uzunluğu 140, tavan yüksekliği 35-40, derinliği 47 metre olan büyük göl bulunmaktadır. Gölün kenarında sarkıt, dikit, sütun ve mağara iğneleri yer almaktadır. Göl deniz ile aynı düzeydedir. Deniz seviyesinden 47 m daha derin olan ve denizden yatay olarak 240 metre uzakta bulunan gölün ilk 10 metresinde acı su, sonraki derinliklerde de tuzlu su yer almaktadır. Göl içerisinde sıcaklık hemen hemen aynıdır.

Gilindire Mağarası'nın çok sıcak ve nemli bir havası vardır. Giriş ağzının dar ve basık olması nedeniyle, dışarıyla hava alış verişinin olmadığı mağaranın bu havası yaz ve kış mevsiminde önemli bir değişikliğe uğramamaktadır. Ancak girişten son bölüme doğru sıcaklık kademeli olarak düşmekte, buna karşılık mutlak nem artmaktadır. Nisan 2000 ayında MTA uzmanlarınca ölçülen sıcaklık ve mutlak nem değerleri, mağaranın önünde 28 derece, nem %37; gölün kenarında sıcaklık 22 derece, nem %91'dir.

Gilindire Mağarası, Kültür Bakanlığı Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca 25.01.2000-3608 gün ve sayılı karar ile taşınmaz kültür ve tabiat varlığı olarak tescil edilmiştir.

Aycevder

MERSIN AYDINCIK

Kuruluş mitolojisine göre, yaklaşık 4 bin yıl önce, Fenikeli Sandokos, Suriye’den Kilikya’ya gelir ve bugünkü Aydıncık’ın yerinde bir liman ve ticaret şehri olarak Kelenderis’i kurar. Kentin adı, zaman içerisinde değişimlere uğrayarak Kalendria olur. 19. yüzyıl başlarında da Gilindire’ye dönüşür.

Yolu bu limana uğrayan gezginlerin verdiği bilgilere göre, Gilindire 1800’lü yıllarda, bir han ve ilkel birkaç damdan oluşan fakir bir köydür. İstanbul-Kıbrıs postası pek işlek olmayan ve hemen hemen hiç ithalatın yapılmadığı bu limanda gemiye yüklenir. Gemiler de yük ve yolcusuyla açılır denize. Suriye’ye inşaat malzemesi ya da odun olarak kullanılmak üzere kereste gönderilir. Dışsatımı oluşturan diğer kalemlerden meşe palamudu Siros Adası’na; tereyağı, peynir vb. gibi besin maddeleri ile yün ve ham deri de Kıbrıs’a satılır.

Gilindire’nin halk arasındaki bir adı da İskele’dir. Küçük bir liman kasabası olan Gilindire uzun yıllar Gülnar ilçesine merkezlik yapar. Vital Cuinet’nin verdiği bilgilere göre “Bu küçük kasabanın nüfusu sadece 210’dur ve halkın hemen hemen hepsi Kıbrıs ya da Alanya’dan göçüp gelen Rumlardır”. Tanin Gazetesi yazarlarından Ahmet Şerif 1910 yılında Gilindire’ye gelir. “Gülnar Kazası’nın merkezi olan Gilindir üç yüz evden fazla değildir. Bir dağın eteğine kurulmuş. Halk İslam ve Rum'dur. Rumlar daha kalabalıktır. İki taraf birbirleriyle pek güzel geçiniyorlar, diyebilirim ki, burası bir birlik örneğidir. Gilindir'in ihracatı kereste, odun, kömür, palamut tereyağı gibi şeylerdir. Halk fakirdir... Arazi ziraata o kadar uygun olmadığından, halk zorunlu olarak ormanları yakarak tarla haline getirmektedir.”

Her iki yazarın da belirttiği gibi 1900’lü yılların ilk çeyreğinde zaman zaman ezan, zaman zaman çan sesinin duyulduğu bu ilçe merkezinde, bir tarafta uluslararası bağlantıları olan, ekonomik yönden daha güçlü, ev ve tarla sahibi, ticaret ve sanat yaşamını elinde tutan Rumlar ile diğer tarafta dünyaya kapalı, hayvancılıkla uğraşan, çoğunluğu göçer Türkler, birlikte yaşamaktadır.
Rumlar, liman çevresinde otururlar. Yapı ustası, demirci, kalaycı, fırıncı, ayakkabıcı, fes kalıpçısı, boyacı, berber, meyhaneci hepsi onlardan. Bazı Rum tüccarlar, Kıbrıs’tan fasulye tohumu getirip yarıya ektirirler. Sonra da ürünleri dışarıya pazarlarlar. Kasabanın tek değirmeni de onların elinde. Liman çevresindeki çok sayıda mağaza da Rumlara ait.

Göçerlikten yerleşik düzene geçmeye çalışan Türkler, Hacıbahattin’in batısında büyük bir köy kurarlar, adına da Purgulu derler; tarım ve hayvancılıkla geçinirler. Dağlık yörelerde yaşayan göçebe halkın hayvansal ürünleri ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi orman ürünleri kasabaya getirilir, Rumlar tarafından da dış pazarlara satılır.

Savaş korkusu ve sahilin tehlikeli olmaya başlaması üzerine, 1915 yılında Kaymakamlığın Gilindire’den Gülnar’a taşınma macerası başlar. Birçok köyün Kaymakamlığı kabul etmemesi üzerine, Yörüklerin alış veriş yaptıkları Hanaypazarı’nda hükümet çadırları kurulur ve burası Gülnar İlçesi’nin merkezi yapılır. Bunun üzerine Gilindireli tüccarların bir kısmı oraya göçer.

1920’li yılların ortalarında Rumlar Gilindire’den ayrılınca, nüfus daha da azalır. Onlardan kalan ev ve tarlalar Maliye aracılığı ile satılır. Dışarıdan gelenler veya parası olanlar Hazine’ye kalan Rum evleri ve tarlalarını 1930’dan itibaren taksitle satın almaya başlarlar. Hazine, satılan taşınmazın taksitini yatıramayanlardan onları geri alarak ikinci bir ihaleyle başkalarına satar.

Rumların göçüyle birlikte, Gilindire’deki ekonomik işleyiş de değişime uğrar. Ticaret ve sanatla uğraşmak Türklere düşer. Bunun sonucu kentin ekonomik yapısı değişir. Dış ticaret hemen hemen durma noktasına gelir. On beş ya da yirmi günde bir uğrayan gemiler açıkta demirler, yörenin ihtiyacı olan tekel maddesi, diri tuz ve gazyağı getirir; meşe palamudu, kuru üzüm, keçiboynuzu, yağ, arpa, buğday, üzüm, fıstık ve yolcu alıp giderler. Yelkenli tekneler ise yılda bir ya da iki kez gelip canlı küçükbaş hayvanları İstanbul’a götürür. Tüm bunlar gemi ve teknelere küçük sandallarla taşınır. Bu faaliyet, kayık sahipleri ve çalışanların yanında hamallar için de önemli bir gelir kaynağıdır.

Halikarnas Balıkçısı’nın Deniz Gurbetçileri adlı romanında anlattığı gibi, Antalya ya da Mersin’e karayolu ile ulaşım oldukça güçtür: “Kentte (Gilindire’de) bir tüfekçi buldular. Bir eski tüfek namlusundan bir parça kestirmeyi düşündüler. Ama eni uymadı. Çatlağı onarmak için kaynak lazımdı. Kaynağı ya Mersin ya da Antalya’da yapabilirlerdi. O parça alınıp, karadan atla mı, deveyle mi ta o söylenen kentlere götürülüp onarılmalı sonra da gene eşekle mi atla mı, deveyle mi Gilindire’ye getirilmeliydi. Bu olacak iş değildi…”

Gilindirelide ticaret ile uğraşmak için yeterli sermaye de olmayınca, Mersin ya da başka yerlerdeki tüccarlar adına mal alınır ve gemilerle yollanır. Biraz parası olan ya da veresiye mal alıp ödemeye çalışan tüccarlar oluşmaya başlar ama limanın olmayışı, yükleme zorluğu ve maliyet artışı sonucu deniz ticareti de yapılamaz olur. Sulak arazinin olmaması halkı, hayvancılık yapmaya ya da arpa, buğday, mercimek ekmeye zorlar. Halkın yazları yaylaya gitmesi ile de nahiye terkedilmiş bir hayalet kente dönüşür.

1963-1964 yılları arasında, iş makineleri çalışmaya başlar Gilindire’de. Eski ve dar olan yol genişletilirken, deniz kenarındaki çok sayıda eski bina yıkımdan nasibini alır. Açılan bu yol binaların bir kısmına mezar olur, bir kısmını da Akdeniz'in mavi sularına iteleyiverir. Binaların yerine de kalın bir duvar çekilir. Gilindire bir deprem yaşar adeta.

1964 yılında, Soğuksu’dan Gilindire’ye bir kanal yapılır ve yıllardır boşu boşuna denize akıp giden Soğuksu Deresi’nden 40-50 metre yükseklikteki bu kanala su pompalanır. Gilindire’nin çorak arazilerinde artık güller açar. Bereketli topraklarda sera yapıp turfanda sebze yetiştirmek üzere Aydıncık’a büyük bir göç başlar.

1960 Devrimi’nden sonra başlatılan köy ve kasaba adlarının değiştirilmesi furyasında, bu küçücük balıkçı kasabasına da 1965 yılında tarihi geçmişiyle hiçbir ilgisi olmayan Aydıncık adı verilir. Artık resmen kullanılmayan Gilindire adı da tapu kayıtları, nüfus cüzdanları, diplomalar, kitaplar ve anılarda kalır.

Gülnar ilçesine bağlı, sırtı dağ, önü deniz küçük bir bucak olan Aydıncık’ta, 1972 yılında İskele Belediyesi kurulur. Aydıncık, elektriğe Mart 1980 ve evlerde içme suyuna Mayıs 1984 tarihinde kavuşur.

Aydıncık 3392 sayılı kanuna göre 19.6.1987 tarihinde İçel iline bağlı bir ilçe olur. Ayrıca bu kanunla İskele Belediyesi’nin adı da Aydıncık Belediyesi’ne dönüştürülür.

2000 yılı verilerine göre toplam nüfusu 11.523; şehir nüfusu 7963; köy nüfusu 3560; yüz ölçümü 410 km2; nüfus yoğunluğu (km2/kişi) 28 olan Aydıncık, günümüzde cam seralarıyla kristal bir kent görünümündedir.
Mustafa YALÇINER
Aycevder Başkanı